Ida Hallestrøm
Mesaj Sayısı : 10 Kayıt tarihi : 11/02/11
| Konu: hallestrøm.ida Cuma Şub. 11, 2011 10:53 pm | |
| - I.:
Cennete ait; ama layık değil: Celeste.
Bir kelebekti Celeste. Kozasından çıkalı tam yirmi sekiz sene olmuştu. Bugün cennetin kızının doğum günüydü. Evrendeki bütün kelebeklerin uçuşunu izlemiş, yıldızlarla erimişti. Kötülüğün negatifliğini benimseyememiş, iyilikle harmanlanmıştı. Pişman olmak adeti değildi. Yapması gerekeni yaptı: Gülümsedi. Bugün özel bir gündü. Doğum günü oluşu, güne herhangi bir özellik kazandırmıyordu. Özel bir gündü; çünkü o’na kavuşma vakti gelmişti. Haşmetlisine. Büyükannesinden kalma tek şey oluşu, küçük bir kutuya bile tutku beslemesini sağlamıştı. Gerçi o sadece küçük bir kutu değildi. ‘O küçük kutu’, içerisinde tüm dünyanın dengesini değiştirebilecek bir taş barındırıyordu. Zümrüt olduğunu anımsıyordu Celeste. Bundan hiçbir zaman emin olamamıştı, olamayacaktı da. Babaannesinin tütsü kokan evini, ananas sularını, buruşuk ellerini ve uzun tırnaklarını hatırlasa da taşın hikayesini şöyle böyle anımsıyordu. Bunun ‘Obliviate’ benzeri bir büyü olduğunu düşünmeden edemiyordu. Şüpheci bir kişiliğe sahipti, işi bunu fazlasıyla gerektiriyordu. Felaketi gerçekten istemediği sürece kutuyu açmayacaktı. Bu haksızlıktı, değil mi? Evrenin kaderini, anlık haşmine bağlayabilecek olması, haksızlıktı. Coylelar gerçekten iradeli bir soy olmalıydı; zira henüz kutuyu açan kimse olmamıştı. Çoğu zaman melankolik bir ruh haline bürünebilen genç kadın, on yıl kadar önce kutuyu arkadaşına vermişti. Elyssa Lizzié Raymond’a. Kız en yakını ya da dostu değildi. Ona kutuyu verecek kadar güvenmesinin tek sebebi: Dürüstlüğünün, meraklarını bastırabilecek derecede olduğuna gönülden inanışıydı.
Zarif bedeninden bir ürperi dalgası geçti, titredi Celeste. Bugün doğum gününü kimse kutlamamıştı; ama bu onu üzmüyordu, ne de olsa buna izin vermeyen kendisiydi. İnsanlarla arasına duvar örmeyi, zaaflarını fark ettiğinden beri kendine vazife edinmişti. Düşkünlüklerini başkasının kavramasını ve gözlerdeki sert kadın imajının zedelenmesini istemezdi. Mevkisi için az çalışmamıştı ve meyvesini alabildiği zamanı harcayamazdı. Elyssa’ya mektup yazmayı tercih etmişti; çünkü yıllar ardından, yanına öylece gidip, kutuyu alamayacağını düşünmüştü. Onun Hogwarts’ın müdiresi olduğunu duymaması mümkün olmamıştı. Buna şaşırmadığını söylese yalan söylemiş olurdu, gerçi kendisini de hiçbir zaman bir seherbaz –hele ki bir baş seherbaz– olarak hayal etmemişti. Mezarlığa geleceğini umuyordu. Gece yarısıydı, yaprak hışırtıları ve baykuş sesleri içini ürpertiyordu ve bunu kendine itiraf edebilmesi, garip hissetmesine sebep olmuştu. Acizlikten hoşlandığı söylenemezdi. Derin bir nefes aldı, duruşunu dikleştirdi ve daha hızlı yürümeye başladı. Dakikalar sonra nefeslerinin, başka nefeslerle karışacağını biliyor olsa da, Elyssa’yı biraz bekletmeyi planlıyordu. Elyssa da –Celeste kadar olmasa dahi– sabırsız olmalıydı. Süt kadar duru ve sıcak bir karşılama beklemiyordu, evet; ama beklediğinin bu olduğunu söyleseydi, günah işlemiş olurdu. Yalan söylemeyi günah olarak nitelendirirdi ve bir günahkârdı.
“Merhaba Celeste.” Buz kadar soğuktu işittiği ses. Ve çok tanıdıktı. Bu... Kendisiydi. Bu ses tonuyla bütünleşmişti. İnsanların değiştiğinin ilk örneği de kendisiydi. İki fıçı bira için kadın döven adamlar ya da bakireliğini teslim eden kızlar görmüştü; ama her ne kadar inkar etse de: O da değişmişti. Bundan memnun olup olmaması mühim değildi, elinde olmayan bir sürü şey vardı ve pişman olsaydı, çoktan ölmüş sayılırdı. Kızın kusursuz hatlarını inceledi. Sahi, hep güzel bir kız olmamış mıydı? Kızıl saçlarına yansıyan ay ışığı, cüretkâr bir biçimde sunuyordu Elyssa’yı. ‘Erkek olsaydım’ düşüncelerine kapılmadan, bir cevap düşündü. Aslında kutuyu alıp, gitmek istiyordu; ama Elyssa’nın buna izin vermeyeceğinden adı gibi emindi. O da sert bir kızdı, inatçıydı da. Genç kadını yumuşatmayı deneyecekti, işleri biraz olsun kolaylaştırmaya çalışıyordu.
“Kibir, ha? Hayır güzelim, hayır. Bunun için fazla lekesizsin.” Haklıydı. Kızı hiç kötü bir sıfatın ardına gizleyememişti, anlaşılan bozguna uğraması an meselesiydi. Genç yaşlarına göre fazlasıyla yüksek mevkilere sahip iki güçlü kadın karşı karşıyaydılar. Aralarındaki tek bağ kutuydu ve kutuyu göremeyişi Celeste’in canını sıkmıştı. Elyssa’nın bunu anlayabilecek kadar zeki olduğunu düşünmüştü. Tanrı kadar olmasa da, insanlar da onu yanılgıya uğratmayı seven canlılardı. Buna alışmak zorunda olduğunu biliyordu. Fikirleri birden değişti. Onu yumuşatmak dakikalarını, hatta saatlerini alabilirdi. Niyetini açıkça belli edecek, kızın istediği şeyi öğrenecek ve gerekirse onu oracıkta öldürecekti. Mesele ona kıyıp kıyamayacak olması değildi. O, Celeste Coyle’du. Baş seherbaz Celeste Coyle. Daha önce de yoluna çıkanları öldürmüştü ve duygularının, işinin önüne geçmesine izin veren biri değildi.
“Elindekinin kudretinden bu denli haberdar olmayışın üzücü Elyssa. Artık sahibini bulmasının vakti geldi.” Bunu neredeyse içine sığmayan bir sevinçle, gözleri parıldayarak söylemişti. Kutunun sıcaklığını ya da taşın kudretini hissetmiyordu; ama kutunun kızda olduğunu biliyordu. Bir şeyleri bilmek için doğmuştu ve Elyssa’nın kutuyu açmadığını bilmek için evrene bakmak yeterliydi. Nefes aldığı sürece yaşıyor demekti ve bunu her ikisi de yapıyordu. Tahmini tutmuştu: Elyssa’nın güvenebileceği biri olduğunu biliyordu. Ona minnetini başka bir zaman belki de başka bir dünyada sunabilirdi, öncelikle kutuyu alması gerekiyordu ve Elyssa her ne kadar kutuyu saklayabilmiş olsa da değişmişti. Bunu gözlerinden okumak ustalık gerektirmiyordu.
- II.:
“Gitme. Onların kazanmasına izin verme, bu adil olmaz.” Genç kız, sevgilisinin -bu terimden hazetmese de, hatta gayrimeşru olarak nitelendirse de yarı resmi olayın tam olarak tanımı buydu- sözlerini sadece duyuyordu. Bir işle uğraşırken, başka bir şey daha yapmayı sevmezdi. Valizine zar zor tıkıştırdığı cübbelerin üzerine son olarak da binasının renklerini, zarif bir kartal figürüyle taşıyan atkısını koydu. Daha on beş yaşındaydı ve yaşını fazlasıyla aşan bir düşünceye bulaşmıştı. Hayallerin gerçek oluşunu severdi, şimdiyse bir kabusun başlangıç kısmında duruyor bile olabilirdi. İtalyan çocuk, kızın bu umursamaz tavırlarına fazlasıyla aşinaydı. Bonita'yı yeteri kadar iyi tanıyordu. En azından öyle sanıyordu, Bonita onun keyfini kaçırmayı hiç istememişti. Yalanlar ve maskeler aynı işleve sahipti: Saklanmak. Kaçmayı acizlik olarak algılayamayacak kadar ürkekti. Evrenin haşmiyle yoğrulmuş, sillesinden yeterli pay almış, soylu ve soysuzlar arasında seçim yapmaya zorlanmış, inkar etmiş, çoğu zaman pes etme noktasına gelmişti. Nefes alıyorsan, yaşıyorsundur. O halde yaşıyordu. Tek dayanağı da bu değil miydi? Uğruna yaşayacağı bir şey vardı, öleceği değil. Bu ne karşısındaki çocuk, ne -olmayan- en iyi arkadaşı, ne babası, ne de annesiydi. Kardeşi, Stephan'dı. Kendinden daha küçük, savunmasız ve cesur Stephan. Masum yüzü aklına geldikçe yüzünde belirgin bir tebessüm oluşuveriyordu. Aralarındaki yaş farkı oldukça azdı; ama baskı farkı paha biçilemezdi. Gryffindor ve Slytherin arasındaki uçurum, Stephan'ı ölüme kadar götürmüştü. Genç kızsa bunu engellemişti. Tüm gücünü kardeşinden alıyordu. Bonita işinde fena sayılmazdı, en azından öyle umuyordu. Valizin fermuarını çekti ve üzerine oturdu. Genç çocuğu tatmin edecek bir cümleye sahip değildi; ama fazlasıyla realist olması kendi suçu değildi. Ses tonu düzdü, en az ifadesi kadar. “Evrende adil olan üç şey say Gilberto ve sonsuza kadar senin olayım.” Cevap alamayacağını biliyordu. Asla tam cevap alacağı şeyler sormazdı, sivri bir zekaya sahipti. Bazen Gilberto'ya acıyor, ardından da vazgeçiyordu. Kendiyle birlikte olması için ona para vermemişti. Üstelik İtalyan aksanı ve vücut kasları onu çok da cezbetmiyordu. İki fıçı bira için bedenini teslim eden kadınlar ya da onları döven erkekler görmüştü. Evrendeki acıların çoğunu tatmış, çoğu şeye tanık olmuş ve karşı çıkmadan, öylece izlemişti. Sessizliği severdi, suçlarını örtbas etmek için çoğu zaman bunu kendine neden olarak seçerdi. Sadece azizliğe uğramışlığın tadını çıkarıyordu. Kısa bir süre de olsa bunu çekinmeden yapıyordu.
Genç adam doyumsuzdu. Hiçbir zaman kız kadar zeki olamayacak olması canını yakıyor, bir yandan da onun insanüstü olduğunu düşünüyordu. Haklıydı da, o bir cadıydı. Hem de soyadı Slytherin'di, kibire boyanmayı dilemiş; ama Tanrı -ya da Merlin, tamamen inançsızdı- tarafından en arka sıralara itilmişti. “İstediğin kadar mantıklı konuş, hiçbir zaman yeteri kadar iyi olamayacaksın Bonita. Düzen adil değil, bunu sen dedin, niye yaşıyorsun o halde?” İroniyle kaplanmış cümleler, yitik bedenler ve zihinler. Tek eksik biraz şarap ve ekmekti. Gilberto'ya bağlı değildi, onsuz yaşayamayacağını falan da düşünmüyordu. Sadece dost edinemediği gerçeğini, duru güzelliğiyle bir erkek arkadaş edinerek, biraz olsun ertelemişti. Belki yıllar sonra duyumsayacağı bir melodi ya da okuyacağı satırlarda gözünün önünde belirecek olan görüntüler çocuğa ait olabilirdi. Ümit. Birleştirilmemiş olsalar da içinde ümit parçaları ya da tozları vardı. Sesinde olması gereken itirazı da kaybetmişti, kaybetmekten kaçınmazdı. “Adil değil dedim, yaşamayacağım demedim.” Kelimelerle adeta sevişilen kitaplar okumuştu Bonita. Genç adamın okumadığına emin olduğu kitaplar. Çalıntı kelimelerle gözünü korkutmayı seviyordu. Gilberto'yu denek olarak kullanmak, onu rahatsız etmiyordu. Slytherinler'den kaptığı tek şey serinkanlılık olmuştu. “Hiç birbirimiz için yaratıldığımızı düşündün mü?” Diyerek bozdu genç adam uzun süren sessizliği. Çıplak ayaklara batan kırık cam şişeleri, duvarları bürümüş yosunu ve kızıl gökyüzünü düşünüyordu Bonita. Cüretkar düşüncelerden çok, saf hayallere sahipti. Cümlesi onu gülümsetti. Böyle düşünüyor olamazdı. Genç kız büyük hayal kırıklığına uğramıştı. Yanlış adama peri tozu bahşetmişti; ama bunun hüznünü yaşayamayacak kadar bitkindi. Yüzündeki gülümseme kayboldu ve sesine de kaybolmuş umutlar yansıdı. “Hayır, Gilberto, lütfen. Anne ve babalarımızın tatmini için doğduk.” Fazlasıyla somut olan bu kavram, yıllardır kullandığı başka bir bahanesi olmuştu. Genç adam, önceden bunu direkt sormamış olsa da, genç kız, çaktırmadan buna benzer cevaplar iliştirmişti. Çocuğun kabullenmekten başka şansı yoktu ve öyle de yaptı. “Evet, doğru. Beni son kez öpecek misin?” Bu kadarını kaldıramazdı. Valizin üzerinden indi, valizi doğrulttu ardından derin bir nefes aldı. Burayı özlemeyecekti ve bu ona acı veriyordu. En lezzetli yaz meyvesi gibi kokan çocuğu da şöyle bir ciğerlerine doldurdu. Enfesti, onu seçiş nedeni de sadece buydu: Tutku. Bunu kabullenmiş olmak sarsılmasına neden oldu. Egolarına yenik düşenleri sevmezdi, onlardan biri olmayı kendine yedirememişti. Bu işe bir son vermeliydi. Cümlelerini harfi harfine hatırlayacaktı. “Bunun öyle bir veda olmaması gerek. Her gece kapının arkasından çıkmayacağım. Unutma: Ne ben senin kadının oldum, ne de sen benim erkeğim.”
Geçmiş, umulmadık anlarda akla gelmemeliydi. Kim olduğunu bilmese de kim olmadığını biliyordu: Geçmişi kolayca silebilen biri değildi. Ensesini yalayan rüzgar eşliğindeki melodik sesle kendine geldi. “Asaletim, sadece aşkının tapınağına girdiğimde olacak içimde. Bir gün yıkılırsa bedenin başka ülkelerin çamurlu evlerinde, bil ki bütün denizleri ayaklarına dökeceğim.” Kafasını sesin kaynağına çevirmeden önce aklından sürüyle düşünce geçti. Neredeyse gece yarısı olmuştu ve kütüphanedeydi. Repliğin ona yabancı gelmemesine şaşmamalıydı; zira önünde Romeo ve Juliet açıktı. Körpe görevliye baktı ve gülümsedi. Yüzünde fazlasıyla memnun olmuşluk vardı. Önündeki kitabın tozlu sayfalarını hafifçe okşadıktan sonra kapadı. Oturduğu sandalyeyi yavaşça geriye çekti ve ayağa kalktı. Nereden aldığı belli olmayan bir cesaretle adama yaklaştı ve mırıldandı. “Eğer sevgin azalacaksa gittikçe çoğalan aşkımdan, bırak avcılar çıkarsın kalbimi yerinden! Sök at ne varsa: Çamura bulanmış sevdaları, bu dağların ceylanlarını, kana susamış kontları ve senden arta kalan şu cılız bedenimi! Yok et benim olmadığım bütün şatoları. Görebileceğin bir şey kalmasın benden kalan.” Adamı belli etmeden süzmeye başladı. Sarı saçları o kadar mükemmeldi ki, ellerini saçları arasına daldırmamak için çırpınıyordu. Gözleri o kadar derindi ki, vücuduna bir ürperi dalgası konuk etmişti. Epeyce uzundu ve düzgün bir fiziği vardı. Muhteşem. Tek kelimeyle muhteşemdi. Bir an Gilberto'nun teorisine bile inanmıştı. Gülüşüne misliyle karşılık verdi. Tekrar konuşmaya başlayınca kalbi falan durmadı, yine de etkilenmeye devam etti. “Romeo, ha? En sevdiklerimdendir.” Muggle düşmanı büyücüler bulmak pek zor değildi; ama bir kütüphane görevlisinin muggle kitaplarından nefret etmesi düşüncesi bile garipti. Ona yakıştırmalar yapmayı bırakarak, yanıtladı genç adamı. “Ah, sahi mi? Benim de öyle.” Başta tattığı kolay tav olmuşluk onu rahatsız etti. Belki de bir şeylerle uğraşıyor gibi görünmesi iyi olurdu. Ne şanstır ki uğraşacak hiçbir şey bulamamıştı. Hem bir şey yaparken, başka şeylerle uğraşmayı sevmeyen de kendisi değil miydi? Kişiliğini sorgulaması garipti, çocuğun ona düşündürttükleri de öyle. Çocuğu ve sessizliği dinledi. Bu ikili hoşuna gitmişti. “Ben Jaden.” Jaden. Gerçekten de güzel bir isimdi. Ona çok önemli şeyler hatırlatmıyordu; ama hoştu. Çocuğa asıl ismiyle cevap verme dürtüsü onu epey zora sokmuştu. “Glenn.” Stephan'ın deyimiyle: Glennglenn. Kız neredeyse sırıtma derecesine erişmişti. Silkelen ve kendine gel.
Elini uzattı genç kız. Adamla elleri buluşunca afalladı; ama bunu belli etmemekte ısrarcıydı. Elinin orada saatlerce kalmasına izin verebilirdi. Çenesini bu derece tutamaması kesinlikle olağan değildi, Steph burada olsaydı, kendisiyle dalga geçmesi için ona iyi bir malzeme vermiş olacağı kesindi. “Quidditch takımındaydın, değil mi? Sana deli olan bir sürü kızla aynı tribünde oturmaya öyle aşinayım ki.” Ardından tekrar gülümsedi. Quidditch oynayan erkekler -ya da başka erkekler- Glenn'in pek ilgisini çekmezdi. Balo için birkaç çocuktan teklif bile almıştı; ama hepsini de reddetmişti. Aykırı olma isteğinden mi bilinmezdi; ama şimdi tüm buzullar eriyordu. Deliriyor olmalıydı, cümlesi tamamen tesadüf eseri ağzından doğru olarak çıkmıştı. O ana kadar onu ilk kez görmüş gibiydi. Mekan ve değişim, onun çekimine kapılmasını sağlamıştı. Elleri hala birlikteydi, bu bir rüya olmalıydı. Belki de bu sadece sıradan bir fanteziydi; ama kendini çimdiklemekle vakit kaybedemeyecek kadar meşguldü. Gözlerini kaçırarak mırıldandı, bunu çoğu zaman yapardı. “Aslında quidditch oyuncusu olacağını tahmin etmiştim.”
- III.:
Hiç bomboş hissetiniz mi? Darchelle Dubois, günün on yedi saatini boş hissederek geçirirdi. Geri kalan zamanlarda uyur ya da insan öldürürdü. Kontrol edemediği egoları, deli haşmi ya da ele geçirilmesi imkansız bir iradesi yoktu. Bunun, günün birinde getireceği zevke Tanrıça’dan çok inanırdı. Bir sürü kitap okumuştu genç kız. İki fıçı bira için kadın döven adamlara her satırda nefret beslese de, ilk cinayetinin sebebi buydu. Kitaptaki gibi huzur getirip getirmeyeceğini görmek istemişti. Yazar haklıydı, getirmişti. Getirmekle kalmamış, kıza huzur sağlayan tek şey bu olmuştu. İnançlarını, duygularını, kendini kaybetmişti ve suçluluk duyamayacak kadar günaha bulanmıştı. Yalnızdı, günün yirmi dört saatinde de, haftanın yedi gününde de. Fazlasına Darchelle izin vermiyor değildi: Bilinmeyen ezgi gibi kendini tarihin puslu sayfalarına gömmemiş, insanların ona erişimini kısıtlamamıştı. Yine de zincirleri kırıp, duvarı aşmaya çalışan kimse olmamıştı.
Efsanevi ‘Caine’ aklına geldi. Kitaplara büyük ilgi duyardı. Adem ve Havva’nın üç oğlundan biri olan Caine’in hikayesi o kadar acıydı ki. Bir gün Adem, oğulları Abel ve Caine’den, yaratıcılarına minnetlerini sunmaları için bir kurban istemişti. Caine, en tatlı meyvelerini, en olgun bitkilerini getirmişti. Abel ise en genç ve güçlü hayvanını kurban etmişti. İki kardeş de kurbanlarını Adem’in ocağına koyup, ateşe vermişlerdi. Duman, onları yavaşça yukarı doğru götürmüştü. Abel’in kurbanı tatlı bir koku yayıp kabul edilirken, Caine’inki kabul edilmemişti ve Caine sert bir şekilde azarlanmıştı. Caine ağlayıp, gece gündüz yukarıdakine dua etse de, gelecek kurban vaktine kadar hiçbir şey değişmemişti. Darch’ın gözünde Tanrı ya da Tanrıça inancını sıfırlayan şey buydu. Diğer kurban vaktinde, Abel yine en güçlü ve genç hayvanlarından birini öldürmüştü. Caine ise eli boş gelmişti; çünkü kurbanının istenmeyeceğini düşünmüştü. Caine’in neden kurban getirmediğini soran Abel, dakikalar sonra kalbine saplanacak mızraktan habersizdi. Caine hayatta en çok sevdiği şeyi kurban etmişti: Kardeşini. Bu olayın üstüne cennetten atılmıştı ve kendini Nod denilen bir yerde bulmuştu. Nod kadar karanlık bir yerdeydi Darchelle. Hikayenin devamı başını ağrıtıyordu. Ölüm meleği Uriel’ın ağzından konuşan Tanrı’nın kelimeleri kulaklarında defalarca yankılandı: ‘Sen ve senin çocukların, bu diyarda gezdiği sürece karanlığa tutunacaklar. Sadece kan içecekler. Sadece kül yiyecekler. Bir ölü gibi yaşayacaklar, fakat ölmeyecekler. Son günlere kadar dokunduğunuz her şey yok olacak!’ Eğer bir vampir olmasaydı, buna inanırdı. Bazı kitaplar o kadar inandırıcı oluyordu ki, Darch varlığından şüphe duyuyordu.
Seattle’daki koruluktaydı. Baykuş sesleri eşliğinde evreni dinliyordu. Kendi kadar yalnız bir şey varsa, o da evrendi. Yaprakların hışırtılarını başta önemsemese de, birkaç dakika sonra önemsemek zorunda kalacaktı. Karşısındaki adam her şeyden habersiz ve savunmasızdı. Öylece oturmuş, sigara içiyordu. Anlaşılan planlarında biraz değişiklik yapması gerekiyordu genç kızın. Gizlice adama ilerleyecek ve birden boynuna yapışacaktı. Böyle sadece kanını değil, cinsel arzularını da emiyor gibi hissediyordu. Darch bir sapık değildi, belki de öyleydi, kim bilir. İlk adımını atmıştı ki, yalnız olmadığını fark etti. Bir progu. Hem de oldukça hoş bir progu. Bir adım daha attı, sonra bir adım daha. Profesyonellikle dişlerini adamın gırtlağına kenetleyip, yoğun kanında şehvet arayışına çıkacakken, durdu. Progu, kendisine bakarken yapamazdı. Yüzünde bir parça hayal kırıklığı oluştu. Ardından adamı, arkasındaki proguya sunmaktan çekinmedi. Ekmek ve şarap gibi. Sadece hoş olduğu için miydi bu duraksama? Narin bedeninden beklenmeyecek bir çeviklikle adamı kaldırdı ve proguya ilerledi. Ne tepki vereceğini bilmiyordu; ama korku, onu yıllar önce terk etmişti. Adamı yavaşça bırakırken, onun için garip kaçacak bir ilahi mırıldanıyordu. Melodisi bayat bir ilahiydi; ama aynı zamanda kökenlerinin ne olduğunu kestiremeyeceği kadar eskiydi ve tarih kokuyordu. Bunu büyükannesinden, hatta bir sokak çocuğundan bile duymuş olabilirdi. Ne olduğunu biliyordu: Geçmişe özlem ya da pişmanlık barındırmıyordu, sadece arınmışlık ve huzurdu. Bu ona öyle bir huzur veriyordu ki: İnançsızlığını ilahilerle örtebiliyordu. Adam çığlıklar atarken, Darch ayağını, adamın eline bastırdı. Proguya kaçamak birkaç bakış attı, tepkisini ölçmeye çalışıyordu. Seçemedim; ama bir tane seçme koşulu var derseniz, ikincisi olsun. | |
|