Bugün burada şeytanın yerküreye dönüşüne tanıklık ediyoruz. Onu her yönüyle görebilirsiniz. Kafanızı nereye çevirirseniz onun aşağılık işlerini görürsünüz. Bugün burada, şeytanı zincire vuran ve onu bin yıllık bir sürgün uçurumuna sürükleyen meleği gören ermiş Yahya'nın kehanetinin sonuçlarına tanıklık ediyoruz. Bugün, bin yıldan sonra, şeytan geri döndü. O aranızda. Bakın! Çevrenize bakın! Ahşap mobilyaların loş ışıktaki parıltılarından gözlerinizi alıp insan kalabalığı üstünde gezdirin gözlerinizi. İlerleyin, evet. Barmenle konuşan kırmızı kazaklı, kızıl saçlı kadının yanındaki bar iskemlesinde oturan genç adamı fark ettiniz mi? Arkası dönük, kahverengi saçlı olan. O da dönüşün bir parçası. Şu anda sadece barmenin görebildiği insanın nefesini kesebilecek mavilikteki gözleri raflardaki içki şişeleri üzerinde geziniyordu anlamsız bir şekilde. Rafların yanlarındaki duvarları süsleyen tablolar dışında duvarlara yaslanmış bir kaç heykelden fazlası yoktu. Muntazam yerleşmiş tabloların arasına sade bir tarzda yerleştirilmişti heykeller. İçinden bir ses bu heykellerin olduklarından fazlasını sakladığını söylüyordu. Belki büyü ile canlanan bir şövalye, şimdilik taş şeklinde bekleyen bir gargoyle ve bir kaç tane daha. Kendi kendine tıslarcasına güldü, tek nefeslik bir gülüş. Ağır cam bardağı dudaklarına götürdü. Yeşil içki hafifçe boğazını yakarak midesine yol alırken yüzünden herhangi bir ifade belirtisi geçmedi. Tüm bunlar çok da ilgisini çekmiyordu açıkcası. İlgisini, küçüklüğünden beri merak sardığı, ergenlik çağlarında bir hobi haline getirdiği, şimdiler de ise saatlerce karşısına geçerek izlemekten mutlu olduğu tablolara verdi. Onları günlerce izlemekten keyif duyuyordu. Zaman kaybı olarak görenlere gülüp geçerdi. İçlerinde, hiç kimsenin bilmemesi gereken ve bilenlerin de varlığından korktuğu gerçeklerin olduğuna inanırdı. Bir anda gözlerinin ilerisinde olan tablolardan birisine dikti gözlerini. Sisli havayı çam ormanlarının ortasına iyi yerleştirmiş olan ressam tahtadan küçük bir kulubeyi de sisin tam ortasında bulundurmuştu. Tüm resimdeki renk ahengi, fırça darbelerindeki canlılık harika olmasının yanı sıra tahta kulubenin kapısını belli eden bir işaret de dikkat çekiciydi. En azından onu görebilecek gözler için.
"Edepsiz yaratık..."
Fısıltıdan ileri gitmeyen cümle yavaşça akmıştı gülümseyen dudaklarının arasından. Tablonun biraz ilerisindeki masaya takıldı kaydı bakışları. Hiç ummadığı bu yerde, hiç ummadığı bir zamanda ve hiç ummadığı bir şekilde bir şey ilişti gözüne. Birisi. Gözlerindeki bir anlık ışıltı, içindeki hisleri eleverebilecek türdendi. Masanın tamamen dolu olmaması hiç de şaşırtıcı değildi. Gitmeli mi gitmemeli miydi? Onun kendisini fark edip etmediğini bilmiyordu. Ne zamandır buradaydı acaba. Bir süre sadece öylesine baktı. Bardağın dibinde kalan içkiyi fondip yaparken masadakinin gözleri bara kaydı. Oradan da genç adama. Göz kapakları düşmeye yüz tutmuş gözleri açıldı göz bebekleri büyürken. Yanındaki genç bir şeyler anlatmaya devam ediyordu ama onu dinlediği yoktu. Kısa bir süreliğine zaman, mekan, varlık kavramları silinmişti öylece. Evren ikisinin de göz bebeklerinden birbirine doğru akan bir- hiçlikmiş gibi. Kız gözlerini bardaki adamdan ayırarak yanındakine döndü tekrar. Vladimir Leonid Vasilyev ise elindeki bardağa indirdi bakışlarını. Büyük ihtimalle esmer sıska çocuk kızın sevgilisiydi. O kadar acınası geliyordu ki çocuğa baktığında gördüğü o hayat ona. O özgürlüğüne ve özgür bırakılmaya bu kadar düşkünken. Her saniye kanatlarını açıp seksen günde devr-i alem'i yeniden yazmaya hazırken. En basit, en düşük seviye insani iletişimlerde bile üzerinde egemen bir baskı isteyen insanlar o kadar ağır derecede boş, bayağı ve genel düzeyin altında geliyorlardı ki onu, iğreniyordu. Esmer çocuğun da onlardan biri olduğuna her şeyine bahse girebilirdi. Elindeki boş bardağı maun tezgaha bırakan bardaki genç adamsa birkaç saniye bekledi. Sevgili. Emin olduktan sonra iskemleden hafifçe kayarak o masaya doğru ilerlemeye başladı. Yürüyüşü emindi, yürüyen zerafetti. Kırmızı bir pantolon, üstüne iç içe geçmiş gibi duran siyah ve beyaz incecik v yakalı bir kazak giymiş olan genç adam, cevizden yapılma masaların kenarlarında belirli aralıklarla sıralanmış granit heykelleri bir bir geçti. Kızın oturduğu vardı. Yanında oturan gençle de karşı karşıya gelmek üzereydi. Onlarla konuşmaya geçmeden önce kızı inceledi. Masanın üzerinde minik bir işleme vardı. Herhalde bir tek işleyen kişinin anlayacağı özel işaretler ve bir figürle süslenmişti. Eski olduğu üzerinde yer etmiş izler sayesinde rahatlıkla belli oluyordu. Masaya doğru son adımını yavaşça attı. Asırlar gibi gelen bir süre sonra karşılaştığı kıza gülümseyerek yaklaştı. Her zamanki gülümsemesi. Bir şey söylemeden önce tekrardan dikkatle kızı inceledi. Gri bir elbise -eskiden beyaz olduğunu tahmin ettiği- içerisindeki kız elini kahverengi saçlarının arasına daldırdı. Bakışları genç adamın delici bakışlarına lehimlendi. Sanki yanına çağırır der gibi ama belki de git burdan demek ister gibi. Genç adamsa baştan sona karışık. Esmer genç de kızın neye bu şekilde baktığını merak ederek başını çevirdi genç adama, yan oturmuştu sandalyeye,. Yılların getirdiği izler sessizce onları görebilecek gözleri arasında akarken esmer çocuğun yüzünde memnuniyetsizlik belirmesi normaldi. Onları hissedebilmek için o yılları geçmek gerekliydi.
"Darya."
Üzülmenin ya da sevinmenin olamadığı, olmadığı bir ses tonuyla ağzından çıkmıştı kızın adı. Önceden keşfettiği his, eksiklik?, artık -bu ses tonu ile- yerini hissizliğe bıraktı. Esmer gencin büyük ihtimalle tehditkar olduğunu düşündüğü ama genç adamda sadece gülme isteği uyandıran bakışlarına kaydı kısa bir süre gözleri.
"Herhalde bir sigara içmen veya başka bir şey yapman gerekiyordur, değil mi?"
Bir şey söyleyecek gibi olan genç, kızın bacağına hafifçe elini koymasıyla kıza döndü. Bir ona, bir de ayaktaki genç adamın yüzünü inceledi. Tehditin boyutunu ölçüyordu sanki. Sonunda karar vermiş olacak ki, açık kahverengi sandalyesini gürültülü bir şekilde ittirerek ayağa kalktı. Kızın yanağına bir öpücük kondururken bir şeyler mırıldandı ve gözlerini genç adama dikerek uzaklaştı. Genç adamsa kızın karşısında hareketsizce ayakta duruyordu, tepkisizce. İfadesiz gözleri hala kızın üzerinde, sanki vücudunu izlerken tüm hislerini, duygularını, düşüncelerini okuyor gibi bakıyordu. Karşısındaki sandalyeyi çekerek kızın karşısına oturduğunda bir şey söyleme ihtiyacı hissetmiyordu. Darya konuşurdu ilk önce.
Kız hafifçe genzini temizledi. Alışkanlıklar değişmez. Ne kadar zaman geçmiş olursa olsun, birbirlerini son görüşlerinden itibaren üzerlerinde sayısız farklı parmak izi birikmiş de olsa, karşısındaki kızı tanıyordu. Yarım saniye içinde de bakışlarını başka bir şeye yöneltecek. Kül tablası, viski şişesi, peçetelik veya herhangi bir şey. İkinci seçeneği seçmişti. Birisi narin boğazına bir tomar kağıt tıkamış gibi çıkmıştı sesi konuştuğunda.
‘Bakire kızlarla konuşmama hastalığın etkisini yitirdi mi, yoksa artık bakire olmadığım çok mu belirgin?’
Hayır. Bunun olmadığı biliyordu. Değil mi? İkinci seçeneği kısa bir süre zihninde tartmaktan alı koyamadı kendini. Başka birisiyle... Belki de esmer çocuk. Ya da son yemeklerinden sonra hızını alamayıp gittiği bardaki barmen. İçinde titreşmeye çalışan her neydiyse onu rahatsız ediyordu. Mümkün olduğunca arka odalara gönderdi o şeyi. Önemi yoktu. Bakire olmayabilirdi. Genç adam yeteri kadar beklemişti ve uğrunda ilişkileri mahvolmuştu. Ne anlama geldiğini, aslında ne istediğini ve ifade etmeye çalıştığı şeyi Darya'nın hiçbir zaman tam anlamıyla anlayamadığını biliyordu. Viski şişesini hafif kararsız ama çevik bir hareketle dudaklarına dayayan kızdan ayırmadı gözlerini. İçki içmeye alışmış mıydı? Sanmıyordu, alışkanlıklar değişmez. Cam şişeyi tekrar masaya koyarken tok bir ses çıktı. Gözlerini birkaç kere kapayıp açması genç adamın düşüncelerinin doğru olduğunun bir göstergesiydi. Ona çevrilen yüzdeki her çizgiyi zorla ezberlenilen, en gerekli şeyler unutulsa bile unutulmayan o lanet yemek duası kadar iyi biliyordu.
"Bana yalan söyleme, ne olursa olsun, hiçbir zaman. Buna gerek duyma."
Kelimeleri sade, içten ve zarifti. Üzülemiyordü; çünkü tüm kalbiyle verdiği degerin yok oluşunu gördüğü bir yolculuktu aslında gözlerine bakmak. Acı olansa onu "o" yapanın bir parçasının da genç adam olmasıydı. Bir şey ,sadece tek bir şey, demek istiyordu fakat tuhaf olan tam tersininde etkisiyle susmasıydı. Sessiz kalıyordu ve boğazında tutuyordu umursamadan. Sevinemiyordu, çünkü ellerini uzattığında hissetmeyi arzuluyordu. Hissederken tadını tatmak, tadarken sarhoş olmak, sarhoş olurken "Seviyorum." demek. Bu sarhoşlukta kendini kanıtlamak isterdi bir de. Her kelimeyi oluşturan her harfin tek tek anlamını açıklamak. Sevinemezdi. Konuşmak isterken, yolunu şaşırmış yumru hissettiriyordu kendini her defasında. Hiçbir şey diyemezdi. Hiçbir şey. Ne şekilde olursa olsun, hiçbir şey. Hiçbir şey. Bir kelimeyi zihninde bu kadar tekrarlayarak kaçamazdı da. Ve işte bunun yüzünden şu an, geçmişi, boşlukları, eksiklikleri, umutları kısaca Darya karşısında otururken, hiç tatmamış olduğu özlemi içinde bıraktığı tek, belli belirsiz bir yol ile tadıyordu. İronik. Aylardan beri, sahi kaç ay?, görüşmediği, benliğinde bir hayalet olarak kalmış kızın karşısına oturduğu zaman sadece bunu hissetmesi. Ne gülümsemek ne de hıçkıra hıçkıra ağlamak bu. Kokusu uzun zaman sonra dönen bir arkadaşın samimiyetiyle sarıp sarmalıyordu. Bir tanıma işareti, hayal gücünü çalıştıran, dokunmadan daha ciddi etkiler ortaya döken, hormonal dengenin temellerini taşıyan ve de ilk gelişen ama en son kaybolan duyuyla birleşince ortaya genç adamın pek de hoş karşılamayacağı bir his çıkıyordu. Yaşam insanları seçtiği rol üzerine gelişen entrika ve yalanlar üzerine kuruluydu. Şeytanlarla meleklerin oynadığı. Şeytanı oynamak, umarsızca yargılanmak nedenlerini göz ardı ederek ve kaderin zarlarının atıldığı sahnede geçmişe bakıp göz yaşlarında günahlarından arınmadan yoluna devam edebilmeyi gerektiriyordu. Bunu büyük bir ustalıkla yapabilmiş olan genç adam arka odalara ittirmeye çalıştığı duyguların gözlerinden okunmadığını umdu.
"İyi görünüyorsun."
Hayat insanı oyle bir noktaya getiriyordu ki kendini sevdikleriyle savaşırken, aralarına kat edilemeyecek yollar koyarken ve nefret ettikleriyle sevişirken buluyordun. Üzülürdün. Pişman olurdun. Sonra biraz zaman geçer ve tersinin bu dünyada işlemediğini anlardın. Az yemiş, çok içmişti. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnemişti. Dünyayı bir oyuncağa çevirmişti. Ayak basmadığı yer kalmamıştı. Darya başkasıyla beraber olmuş, bekâretini ona vermiş olabilirdi. Ait olmaksa doğru tanım değil. Ne o, ne de başka birisi hiçbir yere ait değildi. Aidiyet bir kandırmacaydı küçük çocuklara anlatılan. hiçbir yerde hiç kimse beklemiyordu kimseyi. Nasıl bu hale gelmişti? Nasıl bu kadar narsist ve android bir hale gelebilmişti? Seyrettiği filmlerdeki kahramanların gerçek olabileceklerine nasıl inanmıştı? Romanların, tuvalette okumak için yazılmış olabileceklerini nasıl düşünememişti? Kızın biraz önce masaya bıraktığı şişeyi kavradı ince parmakları. Uzun, kemikli. İçkinin tadı ağzında yayılırken daha fazla duyumsayabilmek için gözlerini kapattı. Birkaç yudum sonra aldığı yere geri koydu tekrar şişeyi. Hafiflemişti hatırı sayılır miktarda. Hâlâ içiyordu eskisi gibi, içki ayırmazdı. Genç adam alkolü kendine yakıştırırdı. Her türlü uyuşturucudan tatmıştı. Bağımlılıktan nefret etmişti. Gitmesini, terk etmesini engeller diye. Ne bir maddeye, ne de bir insana bağlanmıştı. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullanmış, aşık olmuştu. Tam karşısındaki insana. Genç adamı bu hale getiren o muydu? Üç yıl gerçekten yeterli bir süreydi. Değil miydi? Bütün derdi kızı yatağa atmak ve sonra çekip gitmek olan lanet olası bir adam olmamıştı ona karşı hiçbir zaman. Bir zaman sonra hazzı kızla beraber yaşamak istemişti, aşık olduğu kızla. Gerçekleştirilecek olan aktivite onunla olsun istemişti. Ruhu onunkiyle bütünleşmişken başka bir kıza gidip de kendi ruhuna aı çektirmek değil. Ayrılmaları kırıcıydı tamamen, yakıcı, yıkıcı. İncinmiş genç adam kızgınlık ve kırgınlıkla yapabileceklerinden en kötüsünü yapmıştı. Vladimir Leonid Vasilyev'in şu an sahip olduğu kişiliğe giriş aşamasıydı o, her şeyin başlangıcı. Nerede olursa olsun soğuk olan ellerinin buz kestiğine emindi. Tekrar şişeye uzanan parmaklarının rengi çekilmiş, tırnakları tanıdık şekilde bembeyaz. İçinde oluşan ani dürtüyü kontrol edemeyerek şişeye uzanan ellerini sağ avucunun içine aldı. Sol elinin parmaklarıyla buz kesen parmakları kavradı. Bütün bunlar olurken gözleri bir kere bile kızdan ayrılmamıştı. Kendi vücudunun ısısını emmeye başlayan yumuşak tenin sebep olduğu anılar taarruzunu geri püskürtmeye çalıştı.
‘Bir daha görüşecekmişiz gibi, bana öneride bulunman ve de iltifat etmen gerçekten garip.’
Yorgun bir sesle söylediği cümlesinin ardından narin omuzları belli belirsiz hareket etti ve ellerini ayırdı genç adamınkilerden. Gerçekten böyle düşünüyor değildi herhalde. Bir şeyler söylemek için ağzını açtığında kızın sıcaklığı biraz artmış parmaklarını dudaklarında hissetti. Kız yavaşça parmaklarını aşağı indirdi ve geri çekildi. Gözlerindeki boş ifadenin neyi yansıttığını biliyordu. İçinde çok büyük bir savaş veriyor ve milyonlarca düşünceyle boğuşuyordu. Konuştuğunda boğuk çıkan sesinin sebebi de zıt düşüncelerden herhangi birinin diğerini yenememesiydi herhalde.
‘Yatağa atamadığın tek kızım, bunu sindiremiyorsun ve istediğin herkesi elde edebileceğini kanıtlamak uğruna işimi halletmek istiyorsun, değil mi?’
Bunu beklemiyordu. Ve ayrıca hayır, bu doğru değildi. Bir şekilde hastalıklı bulduğu bu cümleler onun düşündüklerini ifade etmiyordu. Kıza açıklama yapacağı sırada kızın bu sefer birazcık daha yumuşatılmış sesini duydu.
‘Bak, ikimiz de gerçekten zor dönemlerden geçtik. Büyüdük ve olgunlaştık. Fiziksel olarak da ruh olarak da. Benden daha hızlı büyüdün, cinsel isteklerini gidermek istedin. Haklıydın da, on dokuz yaşında bir gençtin ve seni üç sene boyunca beklettim. Seni suçlayamam Vladimir; ama daha on altı yaşındaydım. Seninle öpüşürken yaşadığımı hissediyordum, sadece o kadar. Saf sevgimi, kalbimi adadım sana. Vücudumu da adayacaktım, sadece biraz daha güven gerekiyordu. Belki de sorun bende; ama eğer gerçekten sevseydin, beklerdin. Beklemedin ve...’
Gözleri oyun oynamıyordu ise gördüğü; yıldız gibi parlayan bir damla yaştı. Tek bir damla kendi yolunu çizmeye başladı yalnız başına, hafif sağa. Yoldan çıktığını fark etti ve, tekrar hafif sola. Damlalar abartılı olmayan bir şekilde çoğaldı sonra. Kahverengi saçları yüzünü okşar gibi yanaklarından bedenine doğru uzanıyordu.
‘Gittin Vlad, arkana bile bakmadın.’
Vlad. Bu kelimeyi kızdan duymayalı asırlar olmuş gibiydi. Kelimenin üzerinde yarattığı etkiyi gözlerinden taşırmamayı ce çabucak gizlemeyi başardı. En hızlı şekilde. Kız derin bir nefes aldı.
‘Bu yüzden pişmanlık duymamalıyım Leonid, tıpkı senin gibi.’
Soğuk sesi kelimelerin her birinin üstüne bastırmıştı. Genç adamın gövdesinin hafif, ince simetrisi ellerini masanın üstünden çeker ve sandalyeye yaslanırken dikleşti. Bir tanrının ağız ve çenesine sahipti. Benzersiz, vahşi, iri, berrak, gölgeleri saf maviden yoğun ve parlak bir maviye değişen gözleri biraz önce oluşan hafif duygu yoğunluğunu kaybetmişti. Gür, parlak kahverengi saçlarla altlarında ara sıra ışıl ışıl, fildişi gibi parıldayan alnıyla yüz hatları; belki de İmparator Commondus'un mermerden olanlarını sollayabilecek bir görünümdeydi. En klasik anlamda muntazam ve büyüleyici. Çehresi bütün insanların yaşamlarının bir döneminde gördüğü ve bir daha da görmediği ama aklından silinmeyecek simalardandı. Hafızaya yerleşecek özellikteydi, ama belirsiz ve hiç bitmeyen bir anımsama hissi uyandırıyordu aslında. Belirgin olarak değil, fakat sürekli arka planda. Mezuniyet balosunda çalan şarkı gibi. Her ani tutkunun ruhunun herhangi bir vakitte belirgin imgesini o yüzün aynasına düşürmemesinden de değildi bu- o aynada, ayna benzerinde tutku kaybolunca hiçbir iz kalmamasındandı. Hiç özlememişti. Başnmı omzuna yasladığında kulağına fısıldadığı anları, hararetli şekilde bir şey anlatırken sözünü öperek kesmesini. Özlememişti. Burnunu kar taneleri ıslatırken cebinden mendilini çıkarmaya çalışmasını, yağmurdan korunmak için kafasına geçirdiği kapüşonun arasından çıkan o kahverengi saçları. Hiçbir şekilde. Konuşabilmeyi, anlayabilmeyi, dertleşebilmeyi. Hiç özlememişti. Elini tutup sokağın sağında yürürken bastıkları yapraklardan çıkan iki farklı sesi ve ardından saçlarını dağıtan rüzgara aynı anda maruz kalmayı, piyanonun yanıbaşında gözleri kocaman açılarak onu izlemesini. Mesela o şeftaliyi seçerken, "iki tane şeftali." demeyi ya da onun önceden tattığı bir şeyi kesinlikle yanındayken denemeyi özlememişti. Dokununca fark etmişti zaten hiç özlemediğini soğuk ellerinin bacaklarının arasında ısıtamayıp, öptüğünde bir an ısınmasını. Vazgeçemediği kokusu yanındayken doya doya her hücresinin içine işlemeyi özlemediğini biliyordu. Gülümserken gözlerindeki tarif edemediği güzellikle ona sunduklarını, gene ayırmadan o gözlerle genç adama bakışını, ardından gülümseyip "Ne?" demesini. Çünkü o beklemeyip gitmişti. Gerçekten sevseydi beklerdi öyle mi?
"Oyunları bırak. Neler yaratıyorsun böyle. Gerçekten sevmiştim. Salıncakta sallanmak gibiydi yanında olmak. Gözlerimi karartıyordun, mutluluktan gülümseyemiyordum bile. Yavaş çekimde, şeffaf noktalar vardı her yerde. Sonra sen..."
Geçmiş zaman kipi vurguluydu. Cümlesinin devamını getirmemek için kendisini tuttu. Onun için zor değildi bu. Uçurumun kenarında olunca rüzgar bir insanın suratına daha iyi çarpar. O bile kıyamaz atlama der, geriye götürmeye çalışır bedeni. Öyle bir andı bu da. Ne yazık ki genç adamın içinde buna itiraz edecek bir ses yoktu. Yeniden konuştuğunda genç adamın eski halini tanımayan biri küçük dilini yutabilirdi sesinin bu tonunu duyunca. Genç adamdan beklenmeyecek bir duygular silsilesini barındıyordu.
" Normalde gözüne hiç takılmayacak buruşturulup atılmış bir sigara paketine odaklanırsın. Sonra hep durup dururken, alakasız anlarda ve aniden özlediğini farkedersin. Özlersin, bilirim. Ve sen özleyince. Beni üzersin. Beni iki türlü de üzersin. Özlersin. Yeşil yanar. Karşıya geçersin."
Her cümlenin sonunda uzun aralıklar vardı. Es'ler.
"Eğer iddia ettiklerini gerçekten yapacaksan, kendi isteğinle nefret duyduğun bir kişiliğe benzemeye çalışacaksın. Bana. Bana."
Son kelimelerindeki vurgu hissedilirdi. Anlayamıyordu genç kız, ne kadar olgunlaşmış olursa olsun, anlayamayacak, anlamayacaktı. Vladimir ki kendi hayal gücünün parlaklığıyla afallamış, gençliğinin alevleri arasına düşmüştü. Darya'nın önünde ifadesiz ve büyük ihtimalle acımasızlık sezdiren bir şekilde oturuyordu. Olduğu- ah olduğu gibi değil- soğuk vadide ve gölgelern arasında değil- olması gerektiği gibi- o bulanık hayeller gezegeninde, kurallarını kendisinin belirlediği dünyasında muhteşem, derin düşünceler ve hareketlerle bir ömrü harcarken. Evet. Tekrarlıyorum- olması gerektiği gibi. Bu dünyadan başka dünyalar da var şüphesiz- çoğunluğun düşüncelerinden başka düşünceler- sofistin spekülasyonlarından başka spekülasyonlar. Onun davranışlarını kim sorgulayacak peki? Kim vizyonlar içincd geçen saatlerinden dolayı suçlayacak onu, ya da aslında onun sonsuz enerjisinin taşkınları olan o uğraşları kim yaşamının harcanması olarak kötüleyecek? Karşısındaki bu kız mı? Hala büyüyememiş olan. Biçimli dudakları hafifçe gerildi, çok minik bir gülümseme. Hiçbir zaman onun gibi olamayacağını ikisi de biliyordu. Kısa bir süreliğine ortaya çıkmış eski benliğinin hayaleti, benlik bile değildi benliğin hayaletiydi sadece, yerin kat kat derinliklerine geri dönmüştü.
"Ne acı, yaşamını bu dünyalar arasında yaşıyorsun, renkler vücudunun etrafında eğilip bükülüyor. Sen ve ben gökkuşakları içerisinde kaybolduk, fakat rüyalarımız asla son bulacak kadar yaşamadı."
İfadesiz ve aslında sadece bu yüzden bile kızın canını acıtan ses geri gelmişti. Bütün insanlara kızgındı genç adam. Yaşadıkları için. Hayattan midesi bulanıyordu. Bu yüzden bu hale gelmişti. Ateşle oynardı. Yeterince benzin ve karşısında oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabilirdi. Onun adı Vladimir Leonid Vasilyev. Geceleri, gökyüzünün karanlığında ve bitmeyen eğlencesinde kendini kaybederdi. Depiat'ta doğmuştu. İki insanın üç gram kokain karşılığında bileklerini kestirtebildiğini görmüştü. Sabah uyandığında okyanus onu yıkardı. Bütün bildiklerini kusarak hayatta kalıyordu. Notalarıyla. Ölenleri rüyasında görürdü. Sabah kalktığında göğsünde ölümcül bir yara vardı bir kere. Şiir yazmıştı. Tam üç tane. Birini rendeleyip makarna sosuna çevirmişti. Diğerini yakıp küllerini kum saatine koymuştu. Biraz zaman kazanmıştı böylece. Sonuncusunu ise aklına getirmeye tenezzül etmiyordu. İnsanlarla konuşuyor on beş dakikada onların hayatlarında vazgeçilmez biri oluyordu. Kendini ölümsüz olarak görüyordu. Mekân ve zamandan kopalı uzun zaman oluyordu. Bir kıza âşık olmuştu. Karşısındaki. Onunla olabilmek için yanıp tutuşuyordu. Benliklerinin bütünleşebilmesi için üç yıl beklemişti. Bir sabah, beklemeyi boşverdi. Sonuç alamadığı için bir şey için daha fazla çabalamadı. Aşık olmaktan vazgeçti. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl genç adam biliyordu. Onun adı Vladimir Leonid Vasilyev. Tanrı'dan vazgeçmişti. Ölmekten vazgeçmişti. Çünkü ölürse ve eğer yukarıda onu ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmesi gerekecekti. Ölmek istemiyordu, çünkü Tanrı'yı da öldürür diye korkuyordu. Bu kadar narsistti. Ve böyle bir vefata onun dışımda kimse dayanamazdı. Platon'un Mağara İstiaresi'ne karşılık, o da Kuyu İstiaresi'ni yazmıştı: doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişebilmek için yaptıklarını anlatmıştı. Ancak ellerini ağızlarına sokup, parmaklarını ısırıp hiçbir şeye tutunmamaya kararlı olanları da anlatmıştı. Ve sormuştu, Tanrı'nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı olduğunu. Eskiden poker oynardı. Şimdi de, Tanrı’nın aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyordu. Hayatı masadaydı, birkaç kırmızı oyun fişiyle.